14 Şubat 2011 Pazartesi

THE KIDS ARE ALL RIGHT - BİRİ 'GAY FRIENDLY' Mİ DEDİ?


Özellikle son yıllarda sinema ve tv dünyasında cinsel kimliklerin iyiden iyiye rahat bir şekilde ve açık açık konuşulabilmeye başlanmasının ardından hemen her sene en azından bir tane eşcinsel temalı film izlemeye başlar olduk. Hatta tv dizilerini de işin içine kattığımız zaman sayı bayağı bir artış gösterebiliyor. Ama Brokeback Mountain - Brokeback Dağı'nın 2005 yılında bütün dünyada yarattığı sansasyondan ve kazandığı sayısız ödülden sonra ödül sezonlarında en azından bir tane eşcinsel temalı veya eşcinsel karakterler içeren film görmenin artık bir çeşit standart haline geldiğini yadsıyamayız. Aynı yıl (2005) Phillip Seymour Hoffman'ın 'En İyi Erkek Oyuncu' Oscar'ını kazandığı Capote, eşcinsel yazar Truman Capote'nin hayatından bir kesiti anlatıyordu. Bir sonraki yıl ünlü komedyen Steve Carell büyük bir aşkla bağlandığı sevgilisinden ayrılınca bozulan psikolojisi yüzünden hastanelere düşen eşcinsel dayı rolünde Little Miss Sunshine - Küçük Gün Işığım'da karşımıza çıktı. Ödül sezonu açısından sessiz geçen 2007'den sonra 2008 yılında Sean Penn, ABD'de Belediye Meclisi'ne seçilen ilk eşcinsel politikacı olarak bilinen Harvey Milk'in hayatını anlatan Milk'teki performansıyla 'En İyi Erkek Oyuncu' Oscar'ını eve götürdü. Bu sene neredeyse bütün ödülleri toparlayan Colin Firth ise geçtiğimiz sene A Single Man - Tek Başına Bir Adam'da hayat arkadaşını kaybedince yaşama arzusunu da kaybeden eşcinsel kolej öğretmeni rolünde adından çokça söz ettirdi. Nihayet 2010 yılına geldiğimizde bu defa karşımızda eşcinsellik durumuna kadın tarafından bakan The Kids Are All Right - İki Kadın Bir Erkek'i görüyoruz. Filmin başrolünde yer alan Annette Bening beklendiği üzere çeşitli törenlerde adaylıklarını ve ödüllerini de almış durumda. Ancak filmi önceki senelerde adından söz ettiren ve ödül kazanan muadillerinden ayıran çok sevimsiz bir tarafı var maalesef.

The Kids Are All Right'ın senaryosunu uzun uzadıya anlatıp filmi sahne sahne analiz edecek değilim. Oldukça basit bir konusu var. Nic (Annette Bening) ve Jules (Julianne Moore) Kaliforniya'da yaşayan evli bir lezbiyen çift. Sperm bağışı aracılığıyla sahip oldukları Joni ve Laser adlarında biri kız biri erkek, iki de çocukları var. Hayatları bir şekilde sürüp giderken çocuklar büyüdükçe doğal olarak babalarının kim olduğunu merak etmeye başlıyorlar ve annelerinden habersiz kendi başlarına araştırmalara girişiyorlar. Çabaları sonuç da veriyor. Sperm bağışı yapan çapkın babaları Paul'u (Mark Ruffalo) buluyor ve onunla tanışıyorlar. Olayı öğrenen çiftimiz de bu duruma bir el atmak için babayla buluşup tanışmaya karar veriyor. Paul çiftimizin evine bir akşam yemeği vesilesiyle geliyor, ailenin geri kalanıyla da tanışıyor ve bu noktadan sonra olaylar karışmaya başlıyor. Çünkü Paul, lezbiyen olduğunu bile bile Jules'la yakınlaşmaya başlıyor.

En baştan söyleyeyim, çünkü yazının geri kalanında bu konudan bahsetmeyeceğim. Başroldeki Annette Bening gerçekten başarılı bir performans sergiliyor. Evdeki durumu idare etmek ve düzeni sağlamak için bir nevi 'baba' figürünü üstlenen maskülen Nic rolünde filmin en başarılı oyunculuk performansını sunuyor. Ancak Altın Küre'yi kazanmış olmasına rağmen Black Swan - Siyah Kuğu'daki performansıyla Natalie Portman'ı geçecek kadar olmadığını da söylemem lazım. Julianne Moore 'Yardımcı Kadın Oyuncu' olarak filmdeki diğer başarılı performansı veriyor ama çok da öne çıkan bir durum yok. Aynı şekilde Mark Ruffalo da üstüne düşeni yapıyor ama özellikle parlamıyor da. Filmin ağır topu Annette Bening. Gelelim filmin şu 'sevimsiz' tarafına.

 

Son yıllarda sinema ve tv'de eşcinsellik tabusunun yıkılıp eskiye oranla çok daha rahat bir şekilde ele alınıyor olmasından dolayı rahatsız olan insanlar muhakkak ki var. Eşcinsellik kavramıyla barışık olmayan kitleler için (özellikle Türkiye gibi muhafazakar toplumlarda) bu tür yapımların toplum ve özellikle de genç kitleler için zararlı olduğu, özendirici olduğu, hatta direk olarak Amerikan emperyalizminin psikolojik savaş aracı olduğu şeklinde kimi anlaşılabilir, kimi uçuk bir çok fikir var. Her sene eşcinsel temalı bir filmin ödül törenlerinde öne çıkıp ödüller kazanmasını da sırf bu 'eşcinsel içerik'lerine bağlayan, filmlerin aslında pek bir şeye benzemediği ama eşcinsellik modası yüzünden ödüllendirildiklerini belirten fikirler de mevcut. Çok şükür ki şimdiye kadar adından bol bol söz ettiren ve ödül alan eşcinsel temalı filmlerin hemen hemen hepsi bu argümanların aksine gerçekten çok başarılı filmlerdi. Özellikle kırılma noktasını oluşturan Brokeback Mountain ve Milk gibi yapımlar. Bir filmin eşcinsel içeriğe sahip olması onu iyi bir film yapmaya yetmiyor elbette ama genel olarak oldukça özenilerek çekilmiş yapımlar oldukları da şüphe götürmez bir gerçek. The Kids Are All Right ise son yıllardaki bu furya içinde ciddi şekilde en 'hafif' olan yapım ve eşcinsel temalı filmler klasmanından torpilli olarak listeye girdiğini söyleyecek kişileri son derece haklı çıkaracak kadar da çıtır çerezlik bir film. Malumunuz, prestijli ödül törenlerinde gişeleri altüst eden eğlenceli box office seyirlikleri değil, oyunu kuralına göre oynayan ağır zanaatkar filmler yarışıyor. TKAAR ise Oscar'larda birkaç sene önce 10 filme çıkarılan 'En İyi Film' kategorisindeki boşluğu eşcinsel klasmanından girip dolduran bir film gibi. Hatta gibi değil, bir cumartesi akşamı elinizde cipsiniz kafa dağıtmak için izleyip üzerinde durma gereği duymayacağınız seyirliklerden zerre kadar farkı yok. Ve işte en 'sevimsiz' kısmı da şimdi geliyor ama eşcinsel dostu gibi görünüp de öyle olmayanlardan.

Aslında filmin çıkış noktası üzerine çok ciddi şeyler söylenebilmesi, bir-iki tane de olsa yerinde tespit yapılabilmesi için son derece müsait. Zira ABD ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde kadın veya erkek eşcinsel çiftler artık hayatlarını özgür bir şekilde yaşayabilme dönemlerini çoktan geçip evlenme ve çocuk sahibi olma noktalarına geldiler. Bunun da en çok başvurulan yöntemi taşıyıcı anneler veya sperm bankaları. Bu tür yöntemler sonucu dünyaya gelen çocuklar da büyüyüp birer birey oldukça bu filme konu olan türden bir meraka kapılmaları, hayata gelişlerini sorgulamaları çok yüksek bir ihtimal. Filmimiz bu konu üzerinden ciddi okumalar yapmak, olayın toplumsal ve psikolojik yönlerine eğilmek gibi müthiş bir senaryo fırsatını elinin tersiyle bir kenara itip artık bir aile kurmuş olan lezbiyen çiftimizin arasına sperm bağışı yapan babayı sokuyor ve böylesine kritik bir konudan ortaya çıka çıka entrikalı bir ilişki hikayesi çıkıyor. Dikkatinizi çekerim, çiftimizin ilişkilerindeki soruna bir başka lezbiyen karakter sebep olmuyor. Bir erkek sebep oluyor. Çünkü eşiyle ilişkisinde sorunlar yaşayan lezbiyen Jules, bu sorunlarının çözümünü başka bir kadının değil, ne hikmetse bir erkeğin kollarında arıyor. Açıkçası film boyunca son derece modern ve rahat lezbiyen çiftimizin ilişkilerinde ne anlaşmazlıklar, ne duygusal çalkantılar yaşandı, hiçbiri duygusal boşluğa girince kendini kollarında bulduğu adamın erekte olmuş penisini görünce ağzının suyu akıp defalarca zevkten çıldıran esas kızımız kadar akılda kalmadı. Eee, doğa çağırıyor tabii, eşcinsellik de bir yere kadar. Ne yazık ki bu sahnenin son zamanlarda eşcinsel içerik taşıyan ve eşcinsel dostu olduğunu iddia eden bir filmde gördüğüm en mide bulandırıcı şey olduğunu söylemek zorundayım. Bu noktadan sonra da filmin zerre kadar bir samimiyeti kalmıyor zaten. Sözde eşcinsel çiftlerin evlenip çoluk çocuğa karışabilmelerini savunan bir film çekeceksiniz, ama filmdeki lezbiyen çiftimizden bir tanesi penis gördüğü zaman açlığından yanıp tutuşacak. Hem de bir kere değil, defalarca o penisle orgazm olacak. Filminizin merkezinde lezbiyen bir çift olacak ama bütün sevişme sahneleri bir penis ve bir vajinanın dahil olduğu heteroseksüel sevişme sahneleri olacak. Ciddi bir konuyu ele almak yerine hafif sularda dolaşan bir dramedy olmayı tercih etmesi görmezden gelinebilir belki ama eşcinsel dostu gibi paketlenmiş görüntüsünün altında penis + vajinanın karşı konulmaz cazibesini pohpohlayacak kadar ikiyüzlü olmasını görmezden gelmek mümkün değil.


Evet, son yıllarda gerek sinema, gerek tv, gerekse de müzik sektörlerinde eşcinsellik artık tabu olmaktan çoktan çıkmış ve bol bol önümüze getirilen bir durum olabilir. Bazı insanların bundan rahatsızlık duyması ve zararlı olarak görmesi de anlaşılabilir. Ancak asıl zararlı olan rahatsız edici şey, bu durumun ve bu durumdaki insanların hayatlarının daha iyi noktalara gelmesini savunan ve bunun üzerine kotarılan bu gibi yapımların gerçekten eşcinsellik savunucusu olmak yerine o kisvenin altında yine ve yine ikiyüzlü heteroseksüel sistemin sözcülüğünü yapmaları. Bu da her ne kadar bol bol aday gösterip ödül verse bile Hollywood'un hâlâ ilginç bir şekilde o muhafazakar yapısından kurtulmayı bir türlü başaramadığının kanıtı. Evet, bu tür filmler bir çok ödül kazanıyor ancak Amerikan TV'lerinde yayınlanan sayısız dizi bu filmlerden çok daha cesur ve dürüst davranarak söyleyeceği şeyi olağanca açıklığıyla söylüyor. 2006 yılından beri devam eden ve beğeniyle izlenen Brothers & Sisters isimli dizi de buna en güzel örnek. Açıkçası eşcinsellik savunuculuğu nasıl olur, eşcinsel insanlar da nasıl diğer herkes gibi birbirini seven, aşık olan, sevişen, aşk acısı çeken normal insanlardır, çocuk sahibi olmak için neler yaparlar, hayatları nasıldır gibi konularda herhangi bir merakınız varsa ve gerçekten bir şeyleri olduğu gibi görmek ve fikir sahibi olmak istiyorsanız son yıllarda ödülleri silip süpüren filmler yerine bu ve bunun gibi benzer dizileri izleyin, daha iyi. Hollywood'un gözü ancak Brokeback Mountain'dan sonra açılmış olabilir ama Avrupa sinemasındaki benzer örnekler içerikleriyle hâlâ Amerika'lı arkadaşlarına şapka çıkarttıracak seviyelerde. The Kids Are All Right da bir kez daha gösterdi ki Hollywood'un Avrupa filmleri ve bağımsız sinema ile bizzat Amerikan dizilerinden ders alıp adam gibi bir 'eşcinsel filmi'ni kucaklaması için daha on fırın ekmek yemesi lazım. 


 

6 yorum:

  1. Her ne kadar anlattığı konu ve verdiği mesaj güzel olsa da, sonlara doğru, özellikle son 20-25 dakikası çoook sıkıcıydı!

    YanıtlaSil
  2. Benim için bahsettiğim sahneden sonraki her yeri sıkıcıydı. En mantıklı tepkileri de Annette Bening'in karakteri verdi zaten, tebrik ettim kendisini :P Julianne Moore tam sopalık bir karakteri canlandırmış yani.

    YanıtlaSil
  3. Filmin eşcinselliği savunma gibi bi derdi yok. Tamamiyle aileyi savunuyor. Filmle ilgili tespitleriniz yanlış. Tekrar izlemenizi öneririm.

    YanıtlaSil
  4. Aileyi savunmak için iki lezbiyenin arasına bir erkek, iki gay'in arasına bir kadın sokmaya gerek yok diye düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  5. Sözde lezbiyen çiftin yerine straight bir çift konulsaydı da filmde hiçbirşey değişmeyeceği gibi, yakınlık gösteren ilk erkekle ilişkiye giren eşcinsel kadın temasını da ucuz pornolardan öğrendiklerini düşünüyorum. Uzun zamandır konusuna bu kadar uzak, hatta anlamamış bir film izlememiştim. Amerikan ailesini bir şekilde kutsamayı görev edilmiş hollywood prodüktörlerinin cilasıyla parlatılmış bomboş bir film, iyi oynanmış kötü yönetilmiş

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Katılıyorum Gökhan. Son yıllarda eşcinsel temalı bir sürü güzel ve aklı başında film gösterime girdi ama bu kesinlikle rezil bir film. Baştan aşağı yanlış mesajlar, yanlış bir bakış açısı ve heteroseksüel dünyaya özenme, öykünme çabası. Lezbiyen bir yönetmenin elinden çıkmış olması ise ayrıca vahim :S

      Sil