11 Şubat 2011 Cuma

THE KING'S SPEECH - KEKEMELİK ZOR ZANAAT

  
Bu sene 83.'sü düzenlenecek olan Oscar Ödülleri için geri sayımda artık son iki haftaya girmek üzereyiz. Önümüzdeki Pazar günü (13 Şubat) İngiliz Oscar'ları olarak nitelendirebileceğimiz BAFTA Ödülleri sahiplerini bulacak, ardından da sonuçları her sene mutlaka çok tartışılıp sinemaseverler arasında ikilik yaratsa, hatta zaman zaman (belki de çoğu zaman) çoğunluğun beğenisini kazanmış, en büyük ödülü hakettiği konusunda ortak kanıya varılmış yapımlar bir kenara itilip görece daha önemsiz bulunmuş filmler taçlandırıldığında "Akademi öyle dedi diye en iyi filmler bunlardan mı ibaret oluyor yani, çok da önemli değil bu ödüller" gibi eleştiriler yapılsa bile yine de kayıtsız kalınması mümkün olmayan Oscar ödülleri dağıtılacak. Bu seneki törenden sonra da benzer örnekleri göreceğimiz muhakkak. Özellikle de Nolan-severler cephesinden. İşin bu magazinel kısmını bir kenara bırakıp kendisine, yani filmlere dönecek olursak çok değil, birkaç hafta öncesine kadar David Fincher'ın son filmi The Social Network - Sosyal Ağ ödül törenlerinin tozunu attırıyorken bu manzarayı sessiz sedasız izlemiş olan başka bir yapım, İngiliz yönetmen Tom Hooper'ın imzasını taşıyan The King's Speech - Zoraki Kral son çeyrekte bütün ezberleri bozmaya başladı. Öncelikle tam 12 dalda Oscar'a aday gösterildi, ardından da Oscar'ın habercisi olarak görülen en prestijli törenlerde 'En İyi Film' ödüllerine layık görüldü. Bu ayın sonlarında ülkemizde de vizyona girecek olan bu 'son dakika sürprizi' diyebileceğimiz filmle ilgili biraz fikir belirtmekte yarar var.

Başrollerinde İngiliz sinemasının usta isimleri Colin Firth, Geoffrey Rush ve Helena Bonham Carter'ın oynadığı; Michael Gambon, Timothy Spall ve Guy Pearce gibi son derece deneyimli diğer isimlerin de onlara eşlik ettiği The King's Speech kekemelikten muzdarip İngiltere kralı 6. George'un babasının ölümü ve krallık gibi bir görev için uygun olmayan kardeşinin görevi kendisine devretmesi sonrasında tahta çıkış dönemini kendisine fon olarak alan bir 'başarma' öyküsü. Zira bir kralın halkına en kusursuz şekilde hitap edebilmesi, onlara güven vermesi ve uluslarından gurur duymalarını sağlaması gerek. Kekeme olmak ise bu konumdaki biri için tam bir fiyasko demek. Getirilen en prestijli doktorlar ve uygulanan türlü çeşit tedaviler bir türlü sonuç vermeyince bu sorununu yenmek konusunda artık bütün ümitlerini kaybeden kralın yardımına, ondan habersiz bir şekilde eşi Elizabeth koşuyor ve halktan bir isim olan konuşma terapisti Lionel Louge'u eşinin tedavisi için devreye sokuyor. İşte film de yukarıda bahsettiğim fonun önünde, avam tabakasından bir adamla çalışmalara başlayan veliahtın kekemelik problemini aşmaya ve kendine güvenini kazanmaya çalışmasını anlatıyor. 


Sinema dünyasında 'Ödül Filmi' denen bir kavram vardır. Her sene bir takım filmler prestijli ödül törenlerinde kabul gören kuralların neredeyse tümüne uyacak şekilde tasarlanıp çekilir, ödül sezonuna yakın gösterime sokulur ve yıl içinde izleyici sayısı ve gişe geliri olarak parsayı toplayan çok daha başka filmler varken ödülleri bu filmler silip süpürür, yılın 'ağır topları' olarak onlar daha çok saygı görür. The King's Speech de aslında bu formata birebir uyan bir film. Hatta aldığı 12 Oscar adaylığı ve kazandığı ödüllerden sonra yer yer de biraz bu nedenle eleştirilmekte. Çünkü The Social Network, Inception ve 127 Hours gibi filmler daha dinamik, modern ve orijinal yaklaşımlarla çekilmişken The King's Speech 'ağır' film formatına her şeyiyle uyan daha klasik ve olası bir ödülü daha garanti bir yapım. Ancak derdinin sırf bu olduğunu söylemek oldukça insafsız ve yanlış olur. Çünkü her şeyden önce çok samimi bir film var karşımızda. Ödül sezonunda iddialı olacağı kesin ama asla bunun peşinde büyüklük taslamayan, gösteriş yapmayan, kendi halinde büyük olmayı başaran bir yapım. Üstelik bir kraliyet güzellemesi de sayılmaz. İçeriklerinden dolayı kaçınılmaz olarak ülkelerinin yönetimlerini bir şekilde güzelleyen bu tür filmlerden pek hazetmem ama burada çok bariz bir şekilde 'bir insanın' benliğini ve kendine olan saygısını kanıtlaması üzerinde durulduğu için rahatsız olunacak pek bir şey yok. Monarşiye anlayış isteyen bölümler elbette var ancak her şey dozajında. Açıkçası bu senenin ödül sezonu filmleri içinde Black Swan'la birlikte içime en çok sinen ikinci film olduğunu söylemem gerek.

Oyuncu kadrosunda usta isimlerin olduğunu söylemiştim. Colin Firth ve Geoffrey Rush'ın karşılıklı dansını seyretmek çok keyifliydi. Oldukça başarılı bir oyuncu olmasına rağmen özellikle son yıllarda arka arkaya karşımıza çıktığı Bridget Jones'un Günlüğü, Aşk Her Yerde, Nanny McPhee gibi yapımlardan sonra daha çok aklımıza bu tür eğlencelik yapımlarla gelir olan Colin Firth'ü iki sene üstüste çok başarılı performanslarla izliyor olmak ayrıca sevindirici. Geçen sene adından bolca söz ettirdiği A Single Man - Tek Başına Bir Adam'dan sonra The King's Speech'te iyice ezici bir performans sergiliyor. 6. George'un kekemeliği bir an olsun bile yapmacık ve üzerine çalışılmış bir performans izlenimi vermiyor. İzleyici 6. George'un konuşurken sıkılıp utandığı bütün anlarda onunla birlikte strese giriyor neredeyse. Colin Firth bu sene hiç zorlanmadan Oscar'ını almalı. Bir diğer usta Geoffrey Rush zaten oynadığı her filmde bir şahane, burada onun için ayrıca bir paragraf açmaya gerek yok. Keza Kral 5. George rolündeki usta Shakespeare oyuncusu Michael Gambon ve Winston Churchill rolündeki usta karakter oyuncusu Timothy Spall için de. Ancak Helena Bonham Carter'dan biraz bahsetmek lazım. Zira çok iyi bir oyuncu olmakla birlikte özellikle son 10 yıllık dönemde yazılmış ne kadar kaçık, deli ve uçuk abartılı kadın karakter varsa neredeyse hepsine can vermiş olmasından ötürü izleyicinin algısında bir çeşit "çılgın hatun" imajı yaratmış olan Carter'ı çok uzun bir zaman sonra delirmiş gibi bağırıp çağırmadan, kahkahalar atmadan, hoplayıp zıplamadan gayet sessiz sakin ve usturuplu bir performans verirken izlemek, oyuncunun bu yönünün olduğunu da hatırlamak The King's Speech'in en büyük getirilerinden biri. Şimdiye kadar 'Yardımcı Kadın Oyuncu' dalında birkaç tane ödül de kazandı ancak bunu sadece "çatlak kadın" rollerinden sıyrılıp "normal kadın" rolünü canlandırmasına bağlamamak gerek. Çünkü genç Elizabeth rolünde perdede çok çok fazla görünmese bile vücut diliyle, aksanıyla, mimikleriyle oldukça yetkin bir performans sunuyor Bonham Carter.


Yazının en başında her sene Oscar'lar dağıtıldıktan sonra sinema severlerin illâ ki ikiye bölündüklerini, kendi beğendiği film ödüle layık görülmeyenlerin organizasyona yönelik eleştirilerde bulunduklarını söylemiştim. Özellikle son birkaç yıldır da iki film arasında bir yarış yaşanır oldu. İki sene önce Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi'ni çok sevenler Slumdog Millionaire'in ödülleri süpürmesine içerlemişti, geçen sene James Cameron'ın ortalığı sallayıp 'Tüm Zamanların En Çok Kazandıran Filmi' haline gelen devasa bir prodüksiyona sahip filmi Avatar'ın Kathryn Bigelow'un The Hurt Locker'ına yenilmesi tepki çekti, bu sene de hemen hemen herkesin çok beğendiği Christopher Nolan'ın Inception'ı adaylık almış olmasına rağmen büyük ödüle ulaşaması biraz zor görünüyor. Nolan severler zaten çoktan yakınmaya başladılar ama sezonun izleyicilerin hepsinden aynı oranda beğeni toplamasa bile ödül verenlerin ağız birliği etmişçesine pek cömert davrandıkları asıl iddialı filmi The Social Network, bunca takdirden sonra olur da 'En İyi Film' Oscar'ını The King's Speech'e kaptırırsa bu sefer pek de fazla kişi yakınmayacaktır sanıyorum. Çünkü bu son dakika sürprizine pek kimsenin ağzından olumsuz bir söz çıkmıyor şimdilik. Son yıllarda İngiliz Kraliyet ailesine dair seyrettiğimiz en önemli yapım, Helen Mirren'ın müthiş performansı haricinde benim çok da güçlü bulmadığım 'The Queen'di ama 'The King's Speech' belki bir başyapıt olmasa bile, bugün izleyen küçük bir çocuğa yıllar sonra 'bir kekeme kral vardı hani, kimdi o' diye bir soru gelse tereddüt etmeden '6. George' diye cevap vermesine sebep olacak kadar etkili bir yapım olmuş.

     
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder