24 Ocak 2011 Pazartesi

BLACK SWAN - KOPAR ZİNCİRLERİNİ SİYAH KUĞU


Ödül sezonu boyunca ortalığın tozunu The Social Network kadar attırmış olmasa da bu senenin en çok beğenilen filmlerinin başında gelenlerden biri de Darren Aronofsky imzalı Black Swan - Siyah Kuğu. Özellikle başroldeki Natalie Portman'ın son derece başarılı performansıyla adından söz ettiren yapım, her filminde farklı bir şeyler deneyen yönetmen Aronofsky'nin de boks ringlerinden bale sahnelerine indiği bir çalışma. Her ne kadar birbirine tamamen zıt iki mecra gibi görünüyor olsalar da Aronofsky'e göre Black Swan bir önceki filmi The Wrestler'ın yakın arkadaşı. Çünkü her iki film de farklı sanat dallarını yansıtmak için oyuncularından zorlayıcı performanslar talep ediyor. Yine de siz hikayenin merkezindeki sanat bale olsa bile izleyeceğiniz filmin tütü giymiş, dokunsanız kırılacak porselen bebeklermişçesine masumluk ve zarafet timsali gibi görünen balerinlerin cicili bicili hayatlarının bir kesiti olduğunu sanmayın. Zira Aronofsky'nin filmi tam da bu imajın taban tabana zıttını gösteren çok sağlam bir psikolojik gerilim filmi.

Hikayeye göre bir büyüyle beyaz bir kuğuya dönüştürülen prenses hayatının aşkıyla tanışır ancak gizemli ve kötücül siyah rakibe binbir numarayla prensi kendine aşık eder, beyaz kuğu da kederinden intihar eder. Baleyle uğraşan bir sanatçı için Kuğu Gölü Balesi'nde oynayabilmek büyük bir onur. Oyundaki başrolü kapmak ise rüyaların gerçeğe dönüşmesi demek. Nina (Portman) diğer bütün meslektaşları gibi kendini mükemmel olmaya adamış kararlı bir balerin. Kızı için kariyerinden vazgeçmiş eski bir balerin olan hırslı annesi Erica (Barbara Hershey) ile birlikte yaşıyor. Annesinin ideal bir balerin olması ve sözünden çıkmaması için Nina'nın üstünde kurduğu baskı muazzam. Küçük bir kız çocuğu gibi masum bir sesle konuşan, kontrolünü bir an olsun elden bırakmayan, cinselliğini bütün bütüne bastırmış, oyuncaklarla dolu odasında küçük bir melek gibi yaşayan Nina, Kuğu Gölü Balesi'nde saflığın sembolü olan beyaz kuğuyu oynamak için biçilmiş kaftan gibi. Ancak durum beklentisini de aşarak başrolü oynamaya, hem beyaz kuğuyu hem de onun zıttı siyah kuğuyu bir arada canlandırmaya gelince bir şeylerin değişmesi gerekecek. Her iki rolü de mükemmelen canlandırıp alnının akıyla Kuğu Prensesi olabilmek için Nina'nın kendini sonuna kadar serbest ve özgür bırakmayı öğrenmesi, zincirlerini bütün bütüne koparmanın yolunu keşfetmesi gerekecek.

Aronofsky'nin filmlerinin alâmet-i farikasıdır, yönetmen filmlerinin hemen hepsinde seyircisinin üstüne üstüne gitmeyi, duyguları ve tahammül sınırlarıyla oynamayı çok sever. Hatta kimilerine göre bu durum - özellikle en ünlü filmi Requiem For A Dream'de, işin açık açık duygu sömürüsü boyutuna vardığı, hoş karşılanmayan bir şeye dönüşür. Şükür ki Black Swan izleyicinin duygularıyla bu derece oynayan bir film değil. Ama Aronofsky yine yapacağını yapıyor. Bu sefer izleyicinin duygularıyla değil zihniyle oynuyor ve başarma hırsının yarattığı yoğun stres altında gitgide paranoyaklaşan ve şizofrenlik sınırlarına varan karakteriyle birlikte izleyicisinin de gerçeklik algılarıyla acımasızca oynuyor. O kadar ki insan bir yerden sonra neyin gerçek, neyin paranoyaklık olduğunu ayırdedemeyecek bir hale geliyor.



Henüz küçük bir çocukken, Fransız yönetmen Luc Besson'un artık bir modern klasiğe dönüşmüş olan filmi Leon'da usta aktör Jean Reno'yla aşık atarken tanıdığımız güzeller güzeli Natalie Portman, kariyerinin en yoğun ve etkileyici performansıyla karşımıza çıkıyor. Psikolojik olarak çok yoğun bir performans olması haricinde fiziksel olarak da oldukça özveri isteyen Nina rolünün altından büyük başarıyla kalkan Portman, bir anlamda filmin bütün yükünü de omuzlarına almış oluyor. Bu sene ödül törenlerinin de favorisi konumunda. Oscar'larda yüzü gülen kişi kendisi mi olacak, göreceğiz. Ama heykelciği kaldıramayacak olsa bile seyircilerin ve eleştirmenlerin gözünde artık rüştünü ispatladığını söyleyebiliriz. Tabii Aronofsky'nin devamlı hareket halinde olan kamerasının filme kattıklarını da es geçmemek lazım. Portman'ın hareketleri ve figürleriyle birlikte hareket eden, sahnede adeta onunla dans edip, provalara tanıklık eden kamera filmin en az Nina kadar önemli bir karakteri konumunda. Nina'yı zoru başarması için zorlayan eğitmen Thomas rolünde Vincent Cassel, rakibesi Lily rolünde Mila Kunis, Nina'nın selefi, baş balerin Beth MacIntyre rolünde kısa bir süreliğine gördüğümüz Winona Ryder ve pek tabii ki despot anne rolünde oldukça etkileyici bir performans sunan Barbara Hershey de üstlerine düşeni son derece güzel yerine getiren diğer oyuncular. Yönetmenin The Fountain - Kaynak filmine yaptığı müziklerle yıldızı parlayan Clint Mansell de etkileyici müzikleriyle yine izleyenlerin kalbini kazanıyor. Filmin tek kusuru (ya da Aronofsky'nin kasıtlı bir tercihi) Nina'nın yaşadıklarının ne kadarının karakterin zaten pek iyi durumda olmayan akıl sağlığından ne kadarının bu büyük görevin bünyesinde yarattığı ağır baskıdan kaynaklandığının anlaşılamadan muallakta kalması.

Filmlerin Oscar gibi prestijli ödüller kazanmaları hoş bir şey muhakkak. Hele ki bizim de sevdiğimiz filmler bu tür ödülleri kazanırsa keyfimizin daha çok katlandığı da bir gerçek. Şimdiye kadar bu ödül sezonunun bütün iddiali filmleri gibi ister istemez The Social Network'ün gerisinde kalan Black Swan'un yüzü Oscarlar'da ne kadar güler, bilinmez. Çünkü bir yandan tam Oscar'lık bir filmmiş gibi dursa da bir yandan da Akademi için fazlasıyla marjinal. Özellikle Portman ve Kunis arasında yaşanan ateşli dakikaların Akademi'den sağ çıkması pek mümkün değil gibi. Natalie Portman'ın adını adaylıklar arasında duyacağımız, filmi de birkaç kategoride göreceğimiz kesin ama bir mucize yaratmasını beklememek lazım yine de. Onun yerine bir filmin kendini ispat etmek için illâ ki Oscar'ların, BAFTA'ların, Altın Küre'lerin vb. törenlerin onayına ihtiyaç duymadığını, filmlerin asıl sahiplerinin izleyiciler olduğunu da unutmamak lazım. Ödüllere layık görülmek çok hoş bir şey ama Black Swan izleyicilerden tam notu çoktan aldı bile.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder