22 Ocak 2011 Cumartesi

THE SOCIAL NETWORK - FINCHER HAFİF SULARDA


2011 yılı ödül sezonu artık yavaş yavaş nihayete ermeye hazırlanıyor. Geçtiğimiz Pazar gecesi dağıtılan Altın Küre Ödülleri'nden sonra artık geriye en merak edilen ödüller, yani Oscar'lar kaldı. Bu senenin favori yapımı ise çoktan belli oldu. Şimdiye kadarki törenlerin hemen hepsinde bütün önemli ödülleri silip süpüren 'The Social Network - Sosyal Ağ', Akademi'nin zaman zaman yapmaya pek bayıldığı bir son dakika sürprizi çıkmazsa 'En İyi Film' ve büyük olasılıkla 'En İyi Yönetmen' kategorilerinde büyük ödüle ulaşacak. Böylece yönetmen David Fincher da iki sene önce 'The Curious Case of Benjamin Button - Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi' ile tam 13 dalda aday olduğu Akademi ödüllerinden sadece teknik dallarda üç ödül kazanabildiği gecenin acısını bu sene çıkartacak. Peki 'Sosyal Ağ' nasıl bir film ve Fincher'ın filmografisinde nasıl bir yerde duruyor. Bakalım...

Hepimizin bildiği gibi 'The Social Network' günümüzün fenomen sosyal paylaşım sitelerinden en ünlüsü olan Facebook'un kuruluşunu, kurucusu olan Mark Zuckerberg'ün 'sosyal' hayatına da bir bakış atarak anlatıyor. Senarist Aaron Sorkin'in Ben Mezrich'in 'The Accidental Billionaires' isimli kitabından yaptığı bir uyarlama. Günümüz üniversite gençliğinin mensuplarına oranla oldukça ayrıksı ve biraz da asosyal bir kişiliğe sahip olarak gösterilen Zuckerberg henüz filmin açılışında uzunca bir ikili sohbetten sonra kız arkadaşı tarafından reddedilmenin hıncını kendisini alkole ya da başka bayanlara vererek değil, odasına kapanıp bir gecede Harvard Üniversitesi'nin server'ını çökertecek seviyede hit alan bir 'üniversiteli kızların hangisi daha güzel - seçin' sitesi kurarak çıkartıyor. Kurduğu bu sitenin ünü o kadar çabuk yayılıyor ki üniversite senatosunda yaptığı şeyin yasallığıyla ilgili bir hesap verme macerasından sonra benzer fikirlere sahip, üstelik de oldukça seçkin sosyal sınıflara ait diğer birkaç bilgisayar çılgınından ortak çalışma yapmak için teklifler alarak Facebook'un kuruluşuna giden yolda ilk önemli adımları atmaya başlıyor.

Senaryonun geri kalanı ve yaşananları izlemek yazıyı okuyan izleyicilere kalsın. Filmin kendisinden bahsetmek gerekirse, The Social Network'ün izlemesi son derece keyifli ve akıcı bir film olduğunu söylemek gerek. David Fincher, 'The West Wing' gibi dizilerinde de karakterlerini nefes aldırmadan konuşturmasıyla ünlü senarist Aaron Sorkin'in senaryosundan büyük ölçüde destek alarak temposu neredeyse bir an bile düşmeyen bir filme imza atmış. Bir yandan Facebook gibi fenomen bir sitenin kuruluş hikayesini izlerken bir yandan da Zuckerberg başta olmak üzere bu hikayenin yaratıcısı konumunda olan kişilerin arasında yaşanan entrikalara dinamik bir kurgu eşliğinde tanık oluyoruz. Trent Reznor'un müzikleri de tamamlayıcı konumunda. 


Her ne kadar bu sene bütün ödülleri silip süpürüyor olsa da 'The Social Network'ün Facebook gibi devamlı hayatlarımızın içinde olan bir internet sitesinin kuruluşunu kendisine konu olarak seçmesi haricinde Hollywood'un klasik 'sıfırdan zirveye' başarı öyküsü formatından çok da farklı ve özgün bir film olduğunu söylemek mümkün değil. İnsan ilişkilerinde biraz ehlileşmesi gereken egzantrik dahi genç tek başına büyük bir başarıya imza atarak milyon dolarlık bir markanın sahibi konumuna geliyor ve bir nev-i kendi Amerikan Rüyası'nı gerçekleştiriyor. Bunu gerçekleştirirken çevresindeki insanlarla arasında yaşanan ilişkiler ise herhangi bir gençlik filminde olan bitenlerden çok da farklı cereyan etmiyor. Aaron Sorkin'in senaryosu herhangi bir şekilde aksamıyor ya da tökezlemiyor ama nihayetinde ortaya çıkan film oturup üzerine uzun uzadıya okumalar yapılacak, kulaklara küpe olacak çıkarımlar aranacak denli derinlikli ve ciddi bir yapım da olamıyor. Zaten belki de bu kadar rahatlıkla 'tüketilen' bir film olması biraz da buradan kaynaklanıyor. Facebook gibi fenomen bir sitenin kuruluşunun arkasındaki motivasyon, sadece kurucusunun kız arkadaşı tarafından reddedildiği için hissettiği kalp kırıklığı ve öfke. Film boyunca olay bir an olsun bundan daha ulvi bir sebebe meyletmiyor. Her şey sevilen kızın gözüne girebilmek, kendisini ona farkettirip beğendirebilmek için yapılıyor. Hal böyle olunca film boyunca olan bitenler de bir grup üniversite gencinin yaşadığı maceralardan daha ileri gidemiyor. Neredeyse bir gençlik filmi gibi diyebiliriz TSN için. Yönetmen David Fincher'ın filmografisindeki hiçbir filminde tanık olmadığımız kadar dinamik, hızlı kurgulu, akıcı ve izlemesi kolay, tüketmesi kolay bir film olması biraz da buradan kaynaklanıyor. Fincher'ın Se7en, Fight Club, Zodiac gibi filmlerindeki derinlikten de, bittikten sonra izleyen üzerinde yarattığı o oturaklı, ağır histen de uzak bir yapım. Kendisi bile filmlerini ikiye ayırdığını söylüyor zaten : Bolca promosyonla gösterime sokulan, kolayca izlenebilen 'movie'ler ve anlatmak istediğini istediği gibi çektiği, bu tür ticari başarıların peşinde olmayan 'film'ler. TSN, Fincher filmografisi içinde ilk kategoriye giren bir yapım. Kötü ya da başarısız bir film hiç değil ama diğer filmlerinin aksine neredeyse en ufak bir Fincher dokunuşu bile sezemediğimiz yönetmenliği ve pek de derinlikli olduğunu söyleyemeyeceğimiz senaryosuyla bunca ödülü silip süpürmesi, her sene 'En İyi Film' ödülü kazanıldıktan sonra mutlaka yaşanan 'haketti mi haketmedi mi' tartışmalarına sebep olması için yeterli gibi görünüyor.

Çok değil, iki sene önce Danny Boyle'un 8 Oscar kazanan filmi Slumdog Millionaire basit bir 'feel good movie'den fazla bir şey olmadığı söylenerek çok eleştirilmiş, onca Oscar heykelciğini kapması bazı çevrelerde rezalet olarak adlandırılmıştı. Fincher o gece Benjamin Button ile çok iddialıydı (13 dalda adaylık) ama teknik birkaç kategori haricinde istediği sonucu elde edememiş ve yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyi Oscar törenlerinde görmeye alışık olduğumuz o yapmacık gülümsemelerle saklamaya da çalışmamıştı. Geçtiğimiz haftalarda verdiği bir röportajında bu tür ödül törenlerinin kendisi için hiç önemli olmadığını, hatta film yapma sürecinin en önemsiz gördüğü kısmı olduğunu söyledi ancak o gece besbelli ki kazanan kişinin kendisi olması gerektiğini düşünmüştü. Nihayet bu sene hem filmiyle hem de yönetimiyle kazanan kişi kendisi olacak gibi görünüyor. Ama bunu kendisinden çoğunlukla görmeye alışık olduğumuz bir 'film'le değil, iki sene önce yenildiği için yüzünün asıldığı Slumdog Millionaire gibi bir 'movie'yle başaracak. TSN'ün Slumdog Millionaire kadar naif bir peri masalı olduğunu söyleyecek değilim elbette ama bu da sanırım TSN ve David Fincher'la ilgili en büyük ironi ve deja vu olsa gerek.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder